Zemin üzerine inşa edilen, köklerinde zeminin kokusunu duyumsar. Kadının yürüdüğü yolun zemini eril egemen taşlarla döşendiği için ayaklara sinen kokuda şiddet, tahakküm, esaret sınırlılık, iktidarın ‘doğası gereği eksik ve yanıltıcı bilgi’si vardır. Bugün tenimizden söküp atmaya çalıştığımız da tam da bu kokudur. Sinen kokuyu tenden söküp atmanın elbette bir bedeli vardır.
Bu bedel kadını psikoloji biliminin kucağına, terapi odalarına getirir. Git gide daha problematik hale gelen kadın (cinî, jin, կին, زن, النساء, woman, femme, frau, mujer…) olgusu politik bir özne olarak klinik aynada da yansımasını korur. Terapi odasına gelen yeme bozuklukları, sınırda kişilik bozuklukları, psişenin histerik yapılanması, depresyon, konfüzyon odanın dışındaki iktidar ve güç ilişkilerinden bağımsız düşünülebilir mi? Bağımsız düşünüldüğü her terapi seansı erk’in terapi seansıdır ve kadın derhal orayı terk etmelidir. Nitekim orada kader tahsis eden öteki olarak socius/iktidar varlığını korumaktadır ve kadın orada tekrar tekrar travmatize olmaktadır.
Tecavüz, istismar, fiziksel/psikolojik şiddetin ruhsallıkta meydana getirdiği yıkım erilin konumunun alışıldık dolaysız yıkımıdır. Bu yıkımın psikolojik belirtilerini kadının zayıflığı(!) gibiymiş ya da fıtraten buna eğilimliymiş gibi aksettiren her bulgu, deney, söylemi erilin bilimin hakikatini dil yoluyla zehirleme girişimi olarak görebiliriz. Hem erkekte hem kadında patojenik etkiye sahip olan söz konusu düzenin stratejik hamleleri sömürü biçimleri kadar kalabalıktır.
Terapi odalarına patriarka çoğu zaman tanı yoluyla girer. DSM ise patriarka tarafından verilen görevin elçiliğini yapar. Stigmalara -etiketlemeler, damgalamalar- evrilen bu süreçte psikoloji camiasındaki eril tahakküm, patolojinin oluşumundaki katkısının eleştirisini vermek istemez bu sebeple tanılamayı birey merkezli defoluluktan(!) kaynaklanıyor algısı meydana getirir şekilde inşa eder. Zarları baştan hileli bu oyundaki detay, başlangıcını 1960’lardaki kadın hareketine dayanan feminist terapinin de gözünden kaçmamıştır.
Feminist terapiyi benimseyen bu terapistler DSM’yi beyaz erkek psikiyatristler tarafından geliştirilen bir sistemin parçası olan baskılama aracı olarak görmekteydiler. Kadının mental sağlığı, kimlik oluşumu, kadınsal deneyimleri değerlendirirken erkek egemen bakışın klinik teori ve pratikte doğruyu nasıl kendi lehine eğip büktüğünü fark ettiler. Terapi odasında tek tip bir kadınlık yoktu ve patriarkal sistem kadınların birey olma, anne olma, eş/sevgili olma, vatandaş olma, çalışma deneyimlerini onların özgürlüklerini kısıtlayıcı, haklarını gasp eden dolayısıyla psişik kriz yaşatan deneyimlere çevirmekteydi.
Sorunların sistemsel kaynağına indikçe paradigmalarda meydana gelen değişiklikler seanslardaki politik boyutu daha da belirgin hale getirmektedir. Kuramlara, daha sonrasında terapinin yapısına, dinamiklerine etki ederek dönüşüm sağlayan bu hareketler kadının kimliğinin yeniden inşa edildiği terapi odalarında patriarkal zeminin oluşmasını engellemeye çalışmaktadır. Sağaltımın eşitlikçi bir ortamda gerçekleşmesi terapinin de niteliğini arttıracaktır.
Gerçekliği neyin oluşturduğu meselesine değinerek tek bir doğru yerine çoklu doğrular olduğu, bireysel olanın politik olduğu vurgusu klinik aynadaki kadının politik de bir konumdan geldiğini göstermektedir. Örneğin Pamela Hays’ın ADDRESSING kısaltmasındaki boyutlarla klinikte kadını ele alan yaklaşım, onu erk’in gözüyle ele alan yaklaşımdan çok daha eşitlikçidir. Bu boyutlar:
• Yaş (Age)
• Edinilmiş engellilik (Disability that is acquired)
• Gelişimsel engellilik (Disability that is developmental)
• Din (Religion)
• Etnik köken (Ethnicity)
• Sosyal sınıf (Social Class)
• Cinsel yönelim (Sexual orientation)
• Yerel kalıtım (Indigenius heritage)
• Ulusal köken (National origin)
• Toplumsal cinsiyet (Gender)
Kader tayin eden öteki olarak socius/iktidar süreğen olarak farklı kılıflarda kadına kimlik tahsis etme cüretinde bulunur. ‘’Tahsis edilenin işlevi; yapılması istenilen şeyi zorunlu kılmaktır’. Gel görelim ki bu zorunlu kılınış kadının kimlik bozuklukları tanılamasının da kaynaklarından birini oluşturur. Bu bağlamda Dr. Jessica Taylor’ın ‘’Sexy but Psycho: How the Patriarchy Uses Women’s Trauma Against Them’’ adlı kitabı kayda değer çalışmalar bulundurmaktadır.
Terapi odasında kadının sesini terapistin nasıl algıladığı da önemli bir diğer konu. Nitekim depresyon çoğu zaman adil olmayan sisteme ilk muhalif çığlık olabilir. Psikolojik stres hastalık olmaktan ziyade şiddet ve baskının egemen olduğu zeminde deprem yaratma arzusunun bir reaksiyonu olabilir. Erkek egemen bir bakış, ruhsallığı özellikle de kadın ruhsallığını anlamlandırmada ketleyici rol üstlenir. Yaşadıkları travmatik deneyimleri ya da menapoz, annelik, regl gibi dönemsel durumlarda kendilerini nasıl hissettikleri, varolan durumu nasıl algıladıkları noktasını aydınlatmak için kadın sesi duyulmak zorundadır.
Klinikteki aynalar mevcut düzenin mental sağlığa vurduğu darbenin niteliğini görebilmek açısından oldukça değerli yansımalar sunmaktadır. Yansımada gördüğü şeyin ardından neyin değiştirilmesi gerektiği sorusu terapistin yüzüne çarpabilmelidir. Patriarkal zeminde varolmaya çalışan kadının mı? Patriarkal zeminlerin mi?
Yazının kendini anlatma kaygısının meydana getirdiği kusurlar için beni mazur görmenizi rica ederek yazıyı bitiriyorum: Patriarka kadının yolunu taşlarıyla döşemeye devam ettikçe kadın adımını attığı her alanda politik özne konumunu koruyor/koruyacak. Belki biraz da bu yüzden ‘’kadın daima yalın ayaklı bir zaferdir’’.